19 Ocak 2016 Salı

Pazarlamada Geride Kalmak: Geç Modernleşen Ülkelerin Geç Gelişen KOBİ'leri

İşte yürüttüğüm bir proje için bütün süreçlerinden sorumlu olduğum bir web sayfası var. Sayfanın aldığı ziyaretçi oranı ve ziyaretçi başına yapılan satış miktarını artırmam gerekiyor. Tek amacım bu. Belirli bir miktarda bütçe de ayrılmış durumda bu iş için.

İnternet kullanıcısı olmak ile internet üzerinden iş yapmanın bambaşka durumlar olduğunu anlayarak kolları sıvadım. SWOT analizi ile işe koyulduk. Akademisyenler ile görüştük, iş bağlantılarımız ile ülkenin en önemli projelerinin nereden başlayıp nasıl ilerlediklerini dinledik. İyi yaptıklarını düşündükleri konular hakkında bir çok uzman ve kurum ile görüşmeler yaptık. Geçmişte pek de iyi verilmeyen kararlardan sonra ortaya çıkan durumları paylaştı bir çok dostumuz.

3 haftanın sonunda başlangıç vuruşu için "Bloggerlar" ile birlikte çalışma fikri ortaya çıktı. Takipçi sayısı ve etkisi yüksek bloggerlara ürün gönderip ardından bu ürünler ile ilgili fikirlerini bloglarında yazmalarını istemek üzerine kurulu bir plan taslağı oluşturuldu.

Bir anda birçok blogda ürünlerin görünüyor olması markanın konuşulmasını sağlayacağı için güzel bir fikir gibi geldi ilk başta. Maliyet de gayet düşüktü. Etkisinin yüksek olma olasılığına işaret eden bir çok destekleyici unsur bile göze çarpıyordu.

Karar vermeden önce benzer çalışmalar var mı diye baktığımda 2008 yılında Gilette firmasının benzer bir çalışma yaptığını gördüm. 150 tane bloggera ürünlerini gönderip değerlendirme yazısı yayınlanmasını istemişler.

Neredeyse 8 yıl önce yapılan bir işi, yeni ve müthiş bir fikirmiş gibi ortaya getirmek çok da kötü değil. Fikir işe yarıyorsa, değil 8 yılın, 800 yılın bile önemi olmayabilir.

Beni asıl meraklandıran durum ise, bu yöntemin daha önce kullanılmış olması ve etkisinin tahmin ettiğimiz kadar çok olamayacağıydı.

Ne de olsa 8 yıl önce yapılan bir çalışmayı taklit etmek üzereydik.

Ardından biraz daha araştırma yaptım. Son 2 yılda blog yazanların sayısı çok artmış durumda. Bu kanal üzerinden pazarlama yapmaya çalışanların sayısı da artmış durumda.

Kısaca geç modernleşen ülkenin geç modernleşen KOBİleri olarak 8 yıl önce uluslararası bir firmanın kullandığı kanaldan medet umuyoruz.

Geriden geliyoruz. Aynı şeyleri yaparak öne geçmeye çalışıyoruz.

Oysa yanyana koşmayı değil, onların ilerisinde olmak için kafa patlatmalıyız.

Daha çok ve daha etkili çalışmak lazım sanki :-)


15 Ocak 2016 Cuma

Maslow Amca'nın Büyük Yanılgısı

Bir arkadaşımın daveti üzerine bambaşka birilerinin evindeki bir partiye gittim. Zaten olayın girişinden, bir sakatlık çıkacağı belli oluyordu.

Bundan dolayı buradaki bütün bu şeylerin sebebi benim. Evde otursaydım mis gibi, hiç bunlara şahit olmayacaktım :-)

Gittiğimiz ev epeyce büyüktü. Ev sahibi bizi kapıda karşıladı. Bizden sonra 5 kişi daha geldi, toplam 15 kişiydik. Sadece kuzenler bir araya geldiğinde 25 kişi toplandığımızı düşününce, 15 kişi çok da değil dedim kendi kendime.

Muhabbette başladık ama ben inceden üşüyorum. Bir şey de diyemiyorum ev sahibine; misafirin misafiriyim zaten. O esnada tanımadığım birisi üşüdüğünü dile getirdi. Ev sahibi zaten klimanın son ısıda çalıştığını, evi bir türlü ısıtamadığını anlattı uzun uzun. Daha fazla üşümemek için paltomu giydim.

Bu arada garip garip yiyecekler servis ediliyor evin çalışanları tarafından. Servis tabakları ise özel tasarımcıların ellerinden çıkma. Çatal bıçaklat Jetgiller'inki ile yarışır.

Ardından ev sahibi dışarıda devam edelim dedi. Arabalara atladık. Daha doğrusu ben arabama atladım. Ev sahibi ve diğerleri 4*4lerine bindiler. Kafelerin bol olduğu bir caddeye gititk, en lüks mekana girdik. "Rezerve" yazan masaya oturduk.

Ev sahibi "arkadaşlar kusura bakmayın, benim ev hiç ısınmıyor. Ondan buraya gelelim dedim." dedi. Kelimesi kelimesine bunu söyledi.

Çay kahve içip pasta yemiştik evde, ev sahibi mekandaki garsonlara kalamar ısmarladı.

Ben izin isteyip kalktım. Eve doğru yola çıktım.

Süper lüks evler, evdeki yardımcılar, uzay çağı tasarımı yemek takımları, ultra lüks arabalar, pahalı restoranlarda yemekler...

Ama ev soğuk.

Aynı kişiden bahsediyoruz. Büyük olasılıkla arabasının 1 yıllık bandrolüne verdiği parayla evine kat kaloriferi döşetir

Ama hayır! O kafeye gidilecek, taralda sürülmesi için tasarlanan araç  düz sokaklarda sürülecek, en pahalı yerde kalamar yenilecek.

Evde banyoya girdiğinde her türlü yuvarlak hatlı organımız ve düz uzvumuz donacak. Olsun.

Aklıma Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi geldi. Hani en altta fizyolojik ihtiyaçlar olan... 

Kaynak: www.kpsskonu.com

Demek ki Maslow Amca yanılmış dedim kendi kendime ve hemen ardından önemli bir sözü hatırladım.

Görünen o ki eskiler Maslow'un listesindeki açığı görüp şu sözü söylemişler:

Ayranı yok içmeye, atla gider sıçmaya.

Ben bu sözü biraz daha güncel hale getirmek istiyorum:

Kışın sıcak suyu yok başını yıkamaya, kredili porshe ile gider kartla ödenecek kalamarını yutmaya.





11 Ocak 2016 Pazartesi

Kış mevsimleri: pasifizmin bedene büründüğü aylar

2015in son aylarından itibaren günde en az 10 defa şu dialogu yaşıyorum:

"Umut işler nasıl?"
-Çok yoğun. Senin?
"Nasıl yoğun yaa!!! Benim işler çok kötü. Yaprak kımıldamıyor!"


Sonrasında neden iyi dediğimi soruyorlar, bazen de yalan söyleyip söylemediğimi kontrol etmeye çalışıyorlar. Bu dönemde herkes kan ağlıyormuş, iyi olsa bile iyi dememem gerekirmiş diye akıl vermeye çalışanlar da oluyor.

Bu dialoga girdiğim kişilere "Nasılsınız?" diye sorduğumda da "Çok kötü!" cevabını alıyorum.

Bir çok insanın her şeye kötü demelerinin sebebi ne? "Nazar değmesin diye öyle yaparlar" diyor yaşlılar. Doğru olabilir mi?

Yoksa insanlar mutluluk ve huzur duygusunu kaybettikleri için mi böyle davranıyorlar?

Veya gerçekten kendi işleri ve hayatları için ulaşmak istedikleri net, rakamsal hedefleri var. Bu hedeflere ulaşmak için yaptıkları planın çok gerisinde kaldıkları için mi böyle davranıyorlar?

"Hayatta her şey kötü" diyenlerin hem işlerinde, hem evlerinde hem de arabalarında nazar boncukları asılı. Göremediğim yerlerine de asmış olma ihtimalleri yüksek. Öyleyse yaşlıların dediği gibi nazardan kaçınmak için kötü konuşmak pek mantıklı değil. Adamlar zaten yüksek seviyede korumaya sahipler...

Mutluluk ve huzur duygularını kaybettikleri de söylenemez. Düğün, dernek, kafe, arkadaş ve aile ortamlarında neşeleri en yüksek noktada. Demek ki mutluluk ve huzur duyguları hala yok olmamış.

Öyleyse önceden belirledikleri hedeflerine ulaşamadıkları için mi mutsuz ve huzursuzlar? Görünürde ve arka planda yazılı/yazısız herhangi bir planlarının olmadığını görüyorum.

Peki sorun ne?

Neden herkes herşeyden ve herkesten şikayetçi?

Cevap aslında çok açık:
Ne yapmak istediğimizi bilmiyoruz, istediklerimizden emin değiliz veya emin olduklarımız ile ilgili kesin kararlarımız yok.

Yani çalışan bir arkadaş o işi yapıp yapmak istemediğini bilmiyor, çalıştığı veya yaptığı işin kendine uygun bir iş olup olmadığından emin değil.

En kötüsü de "ben bu işi yapacağım!" diyerek yapmaya kendimizi adadığımızı iddia ettiğimiz iş ile ilgili net hedeflerimizin olmaması. Burada uzun uzun hedef nasıl koyulur gevezeliğine girmeye gerek yok. Aç Hz Google'ı arat, bulursun zaten.

Önemli olan "Ben bunu yaparım, bunu yaptığımın göstergesi de benim şu noktaya gelmemdir." diyebilmek.

Bir başka yolda hiçbir şey demeden kenarda durup beklemek. Hayatın akışını uzaktan izleyip hiçbir şeye dahil olmamak.

Yani pasif bir hayat sürmek...


14 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Ülkeyi Yok Etmenin Yolu: 12 Soruda Taşımalı Eğitim





Burası bir köy okulu. Terörden dolayı kapanan bir okul gibi görünüyor. Sanki Doğu veya Güneydoğu Anadolu'da bir okul. Oysa okul Antalya'nın Akseki ilçesine 5 km uzaklıktaki Geriş Köyü'nde. Gerçek kapanma sebebi ise "taşımalı eğitim". 





Çektiğim fotoğrafları bir müşterime gösterdim ve aramızda şu konuşmalar geçti:


Taşımalı Eğitim mi? Kitap mı taşıyoruz?
Keşke kitap taşısaydık. Büyüklerimiz düşünmüşler taşınmışlar, her köye okul yapıp öğretmen göndermenin pahalı olduğuna karar vermişler. Sonra demişler ki madem bu iş pahalı, köy okullarını kapatalım. Çocukları merkezi köylere servislerle taşıyalım. Öğretmenleri de merkezi köylerde görevlendirelim. Maliyetleri düşürelim.

E, nesi var bunun?
Ben de onu söylüyorum, bir şeyi yok! İlköğretim çağındaki çocukları gün ağarmadan kaldırıp, güvensiz servislerle okula taşıyorlar. Eğitim kalitesini düşürüyorlar. Köy nüfusunun aldığı eğitimin içini boşaltıyorlar. Öğretmen ile öğrencinin arasına mesafe koyuyorlar. En önemlisi de öğretmenleri köylerden uzaklaştırıyorlar.

Hepsini anladım da,öğretmenin köylerden uzaklaşmasının sakıncası ne?
Köy öğretmenleri sadece okuldaki çocukların eğitim için çalışmıyorlardı. Aynı zamanda köyde yaşayan yetişkinler için eğitimler veriyorlardı. Mesela Geriş Köyü vatandaşları bir araya gelmişler. Kendi paralarıyla bir "Halk Okuma Odası" yapmışlar. Okulun hemen karşısında yer alan bu bina yetişkinlerin eğitim aldıkları bir alana dönüştürülmüş. 




Halk Okuma Odası' nın hangi yıl yapıldığını görüyor musun? 1969!


Devlet sadece zarar ettiğini iddia ettiği için mi köy okullarını kapattı? 
"Okullar zarar ediyor" diyerek okulları kapatmak körlüktür diyebiliriz. Ne de olsa eğitim bir ülkeye uzun vadede fayda sağlar, kar getirir. Bunu bile bile köy okullarının kapanmasının başka bir sebebi olmalı, değil mi?

Köy okullarını kapatıp, köy nüfusunun eğitim seviyesini düşürmenin sebebi ne olabilir?
Buna cevap vermek için aynı süreçte köylerde devletin kapattığı başka bir yer var mı diye baktım. Cevabı da bu soruda buldum.

Devlet okulu kapatmış, öğretmeni köyden kovmuş. Öğretmen olmayınca okuma odası da kapanmış.

Okul ve okuma odası Geriş Köyü'nün meydanının yanında yer alıyor. Okul ve okuma odası bir üçgenin 2 köşesini oluşturuyor. Üçgenin diğer köşesi ise devletin kontrol ettiği bir bina. Binanın içinde devletin maaş verdiği bir memur çalışıyor.

Bir dakika. Anlamadım. Devlet zarar ettiği için okulları kapatıp, öğretmenleri köylerden geri çekiyor. Değil mi?
Evet. Aynen öyle!

Ama diğer taraftan, köyün içinde başka bir binada hizmet veren bir bina var ve oradaki memurun maaşını devlet ödüyor. Doğru mu anladım?
Kesinlikle doğru anlamışsın! Çok da iyi özetledin durumu.

Öyleyse bu bina okuldan daha önemli olmalı. Madem devlet kapatmadıysa...
Devlet böyle düşünmüş olacak ki, köylerdeki okulları kapatırken bu binayı kapatmamış. Binanın içindeki memura maaş vermeye devam etmiş. 

Köyün içinde maaşını ödediği memuru, öğretmenden üstün görmüş.

Demek ki devlet bu memurun bir öğretmenden daha çok faydalı olduğunu düşünmüş.

Çok uzattın. Söyle artık o binanın ne olduğunuz?
Aslında tahmin etmesi çok da zor değil...

Geriş'te olduğu gibi bir çok köyde imam görebilirsin ama öğretmen göremezsin. Cuma ve bayram dışında genelde boş olan camileri görebilirsin. Yine aynı köyde onlarca çocuğun her gün başka yerlere okumaya gittiğini görürsün. Kendi köylerinde okul varken. Memlekette yüzbinlerce eğitim vermeye hazır öğretmen varken. Bu çocuklar her sabah başka köye giderler. Ama imamlar köydedirler. Öğretmenlerden bile çok maaş alırlar.

Camileri mi kapatalım?
Bir yerlerin kapanmasına gerek yok ki. Her iki kurum da açık kalabilir, kalmalıdır da!

Sorun burada ortaya çıkıyor: Öğretmenleri okullardan uzaklaştır. Köy nüfusunun eğitim seviyesini düşür. Uzun mesefaye gitmekten yorulan çocuklar eğitimden soğusun. Bütün köy nüfusunu düşünmeyen, sorgulamayan bireyler haline getir.

İstedikleri gibi kontrol edebilecekleri bir nüfus için mi köy okullarını kapattılar?
Yine çok güzel özetledin. Sadece kontol edecekleri değil, tamamen kendilerin bağlı bir grup insan yarattılar. Bu insanların eğitimi  yok, yetkinlikleri yok. Tarım ile uğraşmıyorlar. Devletin kendilerine verdiği para 1 gün gecikse, hepsi aç kalabilir.

Ne yapacağız peki?
Bu ve yapılan bütün yanlışları anlatabildiğimiz kadar çok insana anlatacağız. 

---

Konuşmamızın ardından teşekkür etti. Bu konuştuklarımızı ve vardığımız sonucu aynen kabul ettiğini söyledi. Bütün çevresine anlatacağını ekledi ve dışarı çıktı.

---

Başkalarına aktarsın veya aktarmasın... İnsanlara gerçeği anlattıkça nasıl değiştiklerini görmek sence de muhteşem değil mi?


17 Eylül 2015 Perşembe

Başkalarından Gelecek Beğeninin Peşinde Koşmanın Hazin Sonu

Blog neden yazılıyor? Birisini ikna etmek için mi yoksa fikirleri belirtmek için mi? Neden olduğu çok değişken. Herkese göre değişebiliyor. 

Bu blog neden var diye e-postalar geliyor sık sık. 

Neden olduğu ile ilgili bir yazı var aslında, arşivden ulaşılabilir durumda. Hiç silinmedi. Orada uzun uzun yazmıştım; şimdi kısa bir şekilde açıklamaya da gerek yok.

Sadece şunu hatırlatmak istiyorum: birilerinin hoşuna gidecek diye bir şeyler yazmıyorum :-)

Maalesef bir çok insan hala bunu anlayamamış durumda: Prime Mover kendisini gerçekleştirmek için yaşar ve hayatın tek anlamını bu olarak görür. Onaya ihtiyaç duymaz, bir yandan da topluma artı değer katar.

Tabi Facebook'ta "like" peşinde koşan arkadaşlar bunu anlayamazlar. 

Ondan dolayı da burada kaybolmaya mahkumlar.

Yine kısa oldu, iyi de oldu.

28 Temmuz 2015 Salı

Tilkinin ikilemi: Dolaşsın mı Dolaşmasın mı?

"Aslında çok kasıyorsun" dedi ve devam etti: "Bu kadar uğraştığına değmez. Hem ne yapabileceksin ki? Hayallerinin peşinden koşsan bile yine bir şekilde başlangıç noktasına dönmeyecek misin?"

Biraz şaşırmıştım. Hayal etme ve hayali gerçekleştirme üzerine konuştuğumuzu sanıyordum fakat dediklerime tamamen bambaşka bir gözle bakıyordu.

"Yanlış anlama ama söylediklerin ve yaptıkların anlamsız. Tamamen anlamsız hem de. Unutma, tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır."


Son sözlerini bir ermiş edasıyla söylemişti. Zihninin her alanını dolaşmış, karakterinin en karanlık noktalarını keşfetmiş ve ardından normal hayata dönmüş bir tavır içindeydi. Sadece bu sözlerini duyan birkaç kişi olsaydı etrafımızda; eminim ki hemen orada bir tarikat kurabilirdi. Sadece bu sözlerini duyan birkaç gazeteci olsaydı etrafımızda; eminim ki hemen orada onu "guru" ilan ederlerdi.

Ona tek bir soru sormak istediğimi söyledim. "Elbette!" dedi. En büyük hayalinin ne olduğunu sordum. Uzun uzun baktı bana. Biraz iç geçirdi. Ne dediğimi anlamaz gibiydi.

"Ne demek istiyorsun? Ne hayali? Gerçek dünyada yaşıyorum ben. Evim, işim, karım ve bir sürü sorumluluğum var. Hayallere gerek yok!" dedi.

Suyun bulanıklığı geçmeye başlamıştı. Büyüklerinden, toplumun önde gelenlerinden belki de Youtube'daki vücut dili derslerinden öğrendikleri; gerçeği gizlemesine engel olamıyordu.

"Bütün bu sorumlulukların olmasaydı, ne yapmak isterdin?" diye tekrar sordum. "Mutluyum ben! Sabahtan akşama kadar aynı masada oturmaktan ve akşam karım ile olmaktan mutluyum." dedi.

Yola çıkan tilkiyi küçümseyen ses tonu yok olmuş, yerine müşterilerini azarlarken kullandığı ses tonu gelmişti. Masasına baktım, kavuniçi renginde. eğri çizgileri olan ahşap bir masaydı. Her tarafta küçük kağıtlara alınmış notlar vardı. Kalemler ortalığa dağılmıştı, televizyonda 80ler Türkçe Pop çalıyordu.

Dikkatimi toparladım. Tilkinin aptal olduğunu söyleyen sese seslenmek istiyordum; hayalleri, arzuları, potansiyelini gerçekleştirmek isteyenleri yerle bir eden tarafına seslenmek istiyordum. Bu sefer yumuşak bir şekilde konuştum: "Peki, hayatın değiştirilemez olduğunu düşünüyorsun ve 1 dakikalığına sana katılıyorum. Şu anda, bu hayatının içinde, en büyük arzun nedir? dedim.

Bir anda gözleri parladı. İlkokulda tahtaya çıkıp soruyu doğru yapan çocuğun öğretmeni ve arkadaşları gözünde kazandığını düşündüğü sempatiyi hatırlatan bir şekilde gülümsedi.

"En büyük arzum az sonra burada olacak. Bekle biraz, az sonra kendin gör." dedi.

Tilkiyi aşağılayan ses geri gelmişti. Artık rahatlamıştım çünkü ne ile karşılaşacağımı az çok tahmin edebiliyordum. Kendi sıradanlığı içinde kaybolmuş bu insanın, hayatındaki hangi noktayı yücelttiğini beklemenin keyfini sürüyordum. "Acaba onu aşağılıyor muyum?" diye kendimi kontrol ettim. Onu ne aşağılıyordum, ne de küçümsüyordum. Kendimi ondan büyük de görmüyordum. Merak ettiğim tek şey onun kendini bu kadar büyük görmesini sağlayacak şeyin ne olduğuydu.

5-10 dakika sonra bir adam içeri girdi, bize selam verdi. Birkaç dakika geçmeden arka taraftan "E hadi buyrun beyler!" diyen bir ses işittim. Ayağa kalktı, eliyle bana yolu gösterdi. Tarif ettiği yere yürüdüm. Bir masa vardı, ortada 2 tencerede yemekler vardı ve kayık bir tabakta salata vardı. Kaşık ve çatallar ortaya konulmuştu. Oturdu, tam karşısına geçtim.

"Görüyor musun Abi, işte benim bütün arzum buydu ve şimdi gerçek oldu." dedi.

Ayağa kalktım, hızlıca dışarı koştum. Geri geldiğimde yüzü bembeyazdı "Abi seni kırmadım, değil mi?" dedi. Gülümsedim, her şeyin yolunda olduğunu söyledim.

Ona biraz daha hayallerden bahsettim. İnsanın kendi zihninden, düşünce ve duygularından nasıl bağımsız olması gerektiğini anlattım. Bizim dışımızda dediğimiz dünyanın aslında bizim tiyatro sahnemiz olduğunu söyledim. Edebiyattan sanata, bilimden dine bir çok başlıkta bu görüşümü destekleyen fikirleri ona ilettim. İnsanın sürekli gözlemlemesini ve ancak bu şekilde potansiyelini gerçekleştirebileceğini anlatmaya çalıştım.

"Abi tamam da, sen nereye gittin az önce koşa koşa?" dedi.

"Markete" dedim.

Bana baktı. Aslında tamamladığım cümlemin gerisini bekler gibi bir hali vardı. Bütün o konuşmaları gereksiz bulmuştum; onunla geçirdiğim her an anlamsız ve gereksizdi diye düşünüyordum. Ama bu an; bütün anlattıklarımın ne ifade ettiğini gösterme fırsatım vardı elimde. Daha doğrusu elimdeki poşetin içinde.

Poşeti masaya bıraktım.

"Bunu bir dene" dedim. Poşeti aldı. "Ben bu marketi hiç sevmem ve hiç alışveriş yapmam. Yabancıların marketi orası... Neyse Abi" dedi ve poşetin içindeki şişeyi çıkardı. Boş gözlerle bana baktı.

"Salataya mı?" dedi. Kafamı yukarı aşağı hafifçe salladım. Şişenin kapağını açtı. salata tabağının kendi tarafındaki kısmına döktü. Bir kaşık kaptı ve salataya daldırdı. Soslu salatanın tadına baktı. Yüzü kıpkırmızıydı.



Şişeyi eşit bir şekilde bütün salataya yaydı. Yemek boyunca hiç konuşmadı. Yemeğin ardından gitmek için ayağa kalktım.

"Abi, salataya döktüğümüz sos için teşekkür ederim" dedi. "Ama daha da önemlisi, bana o sosu öğrettiğin için teşekkür ederim" dedi.

"Peki" dedim, "ya tilki?"

Bana baktı ve ciddi bir şekilde gülümsedi:

"Abi" dedi, "kürkçü dükkanına döneceğim diye yanındaki lezzeti tatmayan tilkiye koyayım."

18 Haziran 2015 Perşembe

Hayatımızda En iyi Giden şeyler yarın yerle bir olacak çünkü

Durum ve bireylerden bağımsız bir tanımlama yapmaya çalışacağım. Genel bir teori olarak da düşünülebilecek, her karınca deliğine uymasa da genel olarak hayatı kolaylaştıracak bir kavram yaratma derdindeyim bu yazıda. Akıllı telefonlar kadar kolaylıklık getiren bir teori olmayacak elbet; çıtayı yüksek tutmayalım bundan dolayı. Ama bir rendeden de iyi olması gerektiğini düşünüyorum.

Soru şu:

Çok iyi giden şeyler neden bir süre sonra yerle bir olur?



İlk başta yazdığım gibi bu soruyu hayatın bir çok alanında sorabiliriz. İş, özel hayat, okul, eğitim, aile, arkadaş, akraba, hobiler.. hatta hayatın kendisi için  bile bu soruyu sorabiliriz, bu sorunun yarattığı soru işaretinin içinde yaşayabiliriz.

Oysa asıl derdimiz her yere uyan bu soruya bir cevap bulmak. Yani iyi giden şeylerin neden yerle bir olduğunu anlamak.

Sorunun yarattığı travma ile ilgili birkaç söz bile etmeye gerek yok. Zaten bu soruyu sormayan birisinin bu blogu takip etmediğini, etse bile gülmek için burada takıldığını düşünüyorum. Her iki durumda da bu sorunun oluştuğu ortam hakkında konuşmanın gereksiz olduğu ortada.

"Çok iyi giden şey nedir?" diye sorarak derdi olan kişiyi dertsizleştirmek
Genelde "peki, iyi nedir?" diye bir soru ortaya atılır, okuyucuya iyinin tarifi verilir ve bu tarife uyması istenir. Uymazsa kitlesel-sosyal medya araçları ile saldırılır ve "iyi" tarifi kabul ettirilir. Oysa siz mutlu olduğunuz veya huzurlu hissettiğiniz veya bir şekilde keyif aldığınız bir durumdan uzaklaşmışsınızdır. Cevap arıyorsunuzdur, size verilen bu cevaplar da sizi pek mutlu etmez; belki sadece geçici mutluluklar verebilir.

Gözden Kaçırdığımız Asıl Konu ise...
Var olan her şey- iş, durum, arkadaşlık, eşinizle olan ilişkiniz, hatta kendinizle olan ilişkiniz de buna dahildir - evrimsel olarak ileri doğru gitmektedir. Hayatın hiç bir anı durağan değil ve bunun sebebi de varlığın daima daha iyiye doğru gidiyor olması.

Madem her şey iyiye doğru gidiyor, biz niye kötü hissediyoruz? 

Tarihsel olarak mağarada ateş yakıp yaprak ve böceklerle beslenen bir geçmişimiz var. Bünyemiz daima bize saldıracak kurtları, yağmurla gelecek seli, kışın gelecek soğuğu, yazın sineklerle gelecek salgınları görmeye alışmış.

Bünyemiz tamamen olumsuzlukları görmeye alışkın, hayatta kalabilmenin tek yolunun bu olduğu bir dönemden geçmişiz çünkü. Maalesef aynı güdülerle hareket ettiğimiz için gelecek ile ilgili olarak daima karamsarlık içindeyiz. İşimiz kötü olacak, ailemize bir şey olacak, ülke kötüye gidiyor, yeni nesil tembel ve daha neler neler.

Bir yandan içimizdeki karamsarlık, bir yandan da kötü giden olaylar; bizi daima kötü şeyler yaşıyormuşuz hissine sürüklüyor. Aslında pek kötü bir durum olmasa da kötü hissediyoruz kendimizi. Olaylara karamsar bakıyoruz ve stabil olanları bile kötüye çeviriyoruz kendimizce...

Karamsarlık, herşeyin daha iyi olmak için önce yıkılması ve sonra yeniden inşaa etmemiz gerektiğini bizlere unutturuyor. Mevcut durumda yeterli olanlar, bir süre sonra geçerliliğini yitirecek. Bu durumda bize yeterli olacak yeni şeylerin gelmesi için eskilerin temizlenip düzenlenmesi, bazen de yok edilmeleri gerekebiliyor. Bizim yapmamız gereken tek şey ise önümüzdeki süreçte bize yeterli olacaklara yer açmak.


Önümüzdeki süreçte daha mutlu/iyi/huzurlu/başarılı bir dönem geçirmek için şu anda hayatımızda "en iyi" diye nitelediklerimizin yenilenmesi gerekiyor. Bu sayede şu anda "en iyi" dediklerimiz, kendilerini geleceğe taşıyabilirler.

Bizler ise bunu anlamıyoruz: işimiz aynı kalsın, kafamız aynı kalsın, rahatımız bozulmasın, ilişkilerimiz aynı kalsın, aynı yerde yemek yiyelim, aynı şeyleri konuşalım istiyoruz. Kısaca dünya dönmesin, hep yaz olsun, hep deniz-kum-güneş derdindeyiz.

Doğanın bize gösterdiği ise yağmur olmadan güneşin açmayacağı...

Gelecekte karanlık günlerin içinde yok olmak istiyorsak...
...dün yaptığımız her şeyi aynen devam ettirelim; hiçbir değişikliğe izin vermeyelim.

Gelecekte daha iyi bir hayat istiyorsak...
...hayatımızda en iyi dediğimiz her şeyin yıkılıp yok olacağına hazır olalım.

Burada önemli bir nokta var: biz hangi yolu seçersek seçelim doğanın kuralı tek:

Daha iyisi için şimdiki yok olacak.

Sorun, bu yıkım gerçekleşirken biz im hazır olup olmamamız.